21 Nisan 2011 Perşembe

EMAA sergisi üzerine izlenimler ve Lefkoşa: Ötekinin ama kimsenin olmayan… Şehirden uzak yaşıyoruz
21.03.11 - Enver Ethemer / gaiLe



Enver Ethemer
eethemer@yahoo.com
15 Ocak 2010 Cumartesi günü, Lefkoşa’da, EMAA Sanat Merkezi’nde “Following a Trail, Leaving a Trace” isimli sergiyi gezme fırsatım oldu. Sergi, Walter Benjamin’in “Flaneur” temalı yazısını temel alarak kurgulanmış bir şehir okumasıydı ve Lefkoşa’nın dokusundan kopup gelmiş, bize kendimizi -bizden olanı- hatırlatan çok tanıdık ama uzak olduğumuz bir tablo çizdi. Bu serginin Walter Benjamin’in burjuva perspektifi ile şehrin öykülerini okuduğu ve şehri çözümlediği eserini baz aldığını düşünüyorum ve bende günlük hayatımızı yaşadığımız şehirleri okuma isteği oluşturduğunu belirtebilirim. Aslında bu sergi, şehirlerin ne kadar sınıfsal ilişkiler içerdiğini yansıtmış; özgürlüklerin kısıtlandığını, cinselliğin tahakküm altına alındığını ve kamusal alanın bölündüğünü ortaya çıkarmıştır.
Walter Benjamin, eserinde Paris’i bir aylak gibi gezerken bir yandan şehri çözümlemiş, diğer yandan da şehrin her alanını masalsı bir mekan -şehrin şekillendirici, özgürleştirici ve de değiştirici olduğunu gözlemiş- olarak betimlemiştir. Şehrin dokusu oluşurken bireyin hayatı şehrin sunmuş olduğu mecralarla çerçevelenir ve birey, şehrin içinde sosyo-kültürel ve kimlik öğeleriyle tanımlanan bir öğeye dönüşür. Benjamin’in eserinde bahsettiği burjuva sınıfı ve onun sermaye birikimi, şehrin dokusunu, dinamiğini ve yapısını kurgulayan en önemli faktör olarak karşımıza çıkıyor. Şehrin yapılaşma sürecinde mekanların metalaştırılması ve onlara anlamlar yüklenmesine bağlı olarak bireyin yaşamı sosyal, kültürel ve politik açılardan etkileniyor. Bu söylem içerisinde şehrin katmanları, sınıfları, iktidar ve kimlik ilişkileri şehrin dokusunda ve mekanlarında olgunlaşmaktadır. Sergide yer alan eski Lefkoşa fotoğrafları ve birçok obje, Benjamin’in şehir okumasını yani kişilerin şehir ile kurdukları sosyo-politik ve iktidar ilişkilerini ve ayrıca sınıfsal ayrımcılık ile farklılaşmayı açıklıyor. Kamusal alanda oluşan bu dinamik, aslında KKTC‘de şehirlerin ne kadar patriarkal ve de “erkekçi” bir dille kurgulandığını, kapitalist burjuva sınıfının iktidar kavgasını ve ötekileştirmeyi görmemize yardım eder. Sergideki eserler bizi bu ayrımcılık olgusu ile şehirdeki sınıflandırmaya yönelik bir yolculuğa çıkarmaktadır ki, bu yolculukta yabancılaşma, şehirden kopma, farklılığın reddi ve anti-demokratik bir dil çıkmaktadır karşımıza.
KKTC’deki modernist ve şehirsel yeniden kurgulanma süreci iktidar ilişkilerini meşrulaştırma üzerine kurulmuş dinamikleri temsil eder. Sergideki eserlerin çoğunda, “Old City”de yaşanan değişim, sosyolojik ve demografik şekillenme nedeniyle yaratılan eşitsizlik dinamiği (sınıfsal eşitsizlik) ve bölünme çok yalın bir dille anlatılmıştır. Şehir dışına çıkan eski “Old City” yaşayanları, daha büyük mekanlar ve yaşam alanları oluştururken kentin ortak kamusal benliği ve ortak üretimi de bu sınıflanma üzerine kurulmuştur. Terk eden kısım geride bıraktığını benlik dışına iterek ve kendi sınıfsal iktidarını kanıtlamak istercesine “Old City”yi belleğinden silmiş, mekanları/yaşam alanlarını ‘daha iyi olan’ diye açıklamış ve arzuyu oraya kaydırmıştır. Bu yapıya baktığımızda, terk ediş dinamiğinin ayrımcılık ve bizden olmayanı aramıza almama durumlarını yarattığını söyleyebiliriz. Sonuçta, demokratik kuramın gerekliliği olan farklılıkların bütünlüğünü sağlama sekteye uğramaktadır. Biz, kentleri yeniden yapılandırırken “diğerini” oluşturarak, bazılarını dışlayarak ve bizden olmayan sınıfına sokarak yeni bir kimlik oluşumuna gidiyoruz. Bu kimlik “diğeri” üzerinden kurgulanan bir kimlik... Bu modern kimlik oluşumu içerisinde dönüşüm, demokratik olarak değil, iktidar kurgulaması ile kurulmuş ve “göç edenler” bu modernliği besleyen birer “meta” olmuşlardır. Genelde şehir genişlerken, oluşturduğu mecralar, mekanlar ve alanlar daha katılımcı ve birleştirici olur; bu aslında o ülkenin demokratik enerjisinin şehre yansıması durumudur. Eskiden kaçarken (ya da eski ile yeninin birleşimi/sinerjisi ile) bireyi ve farklılıkları barındıran mimari bir “başka bölge” kurulur; burada yaşayanların mekan paylaşımı ve kültürel alışkanlıkları ise yeni kimliklerin oluşumunu, yeni bir dinamiği sağlar. Sergideki eserler, bizim eskiyi terk ederken oradaki yaşanmışlıkları, kültürel ve sosyal olguları da terk ettiğimizi, şehri iktidar ve sınıfsallık çerçevesinde yeniden inşa ettiğimizi ve eskiyi “diğerini” yaratmak için kullandığımızı gösteriyor. Fotoğraflarda görülen terk edilmişlik, sosyal ve kültürel doku, “diğerinin” nasıl algılandığını ve betimlendiğini gözler önüne seriyor. Buradaki şehrin öyküsü, bizim “ötekini” yaratırken kültürel, ekonomik ve kimlik bazında dışlama, alt sınıf yaratma, ayrımcılık gibi edimlerimizi basit karelerle anlatıyor.
Sergi, militer ve ataerkil bir zihniyetle şekillendirilen şehir kurgusunu gözler önüne çıkarmış; kişilerin tamamıyla özgürlüklerini kısıtlayıcı, kimliklerini hapsedici ve onları şehirden yabancılaştıran bir “süreç” yaşandığını göstermiştir. Şehrin bütünleştirici, farklılıkları besleyici ve özgürleştirici ruhu KKTC’de tamamen yanlış algılanmış ve ters bir sistematiğe oturtulmuştur. Bu sistematik, genişleyen şehir yapısında ekonomik burjuva olarak kendini tanımlayan modern şehirli kitlenin dışa açılması (Lefkoşa’nın genişlemesi) ve diğerini “farklı bir kimlikle” belli bir bölgeye hapsetmesi şeklinde gelişmiştir. Ekonomik alt sınıf, üst sınıfın kendini ekonomik sömürü metası olarak görmesiyle Lefkoşa içerisinde diğer bir şehir yaratmıştır. Bu ötekileştirici sosyo-ekonomik dinamik, kutuplaşmış şehir içi kampların oluşmasını ve şehrin, üst kimlik sınıfının isteklerine göre kurgulanmasını sağlamıştır. Kamplaşmanın doğurduğu bölünmüş, sektörleşmiş bir şehir dokusunda kamusal alanların eksikliği ve iktidarı temsil eden yapıların çokluğu dikkat çekmektedir. Militer/erkek egemen bir şekilde kurulan şehirsel yapı, kimlikleri ve kişilikleri tek tip/steril, birbiri ile iletişim kur(a)mayan, farklı kamusal alanları paylaşan ve çatışan iki grup oluşturmuştur. Ayrıca, bu üst kimliğin oluşturduğu ve kurguladığı “şehrin” dogmatik/hapsedici kodlanmış roller içerisinde “karmaşık” bir yapıya yol açtığı belirtilebilir. Örneğin, LGBT bireyler, kadınlar vb. üst sınıfın kamusal alanında, belirlenmiş birtakım kalıplar içerisinde kendilerini tanımlamak zorundadırlar.
Sergideki eserlerde imgesel olarak iktidar ve ayrımcılık göz önüne çıkarılmıştır. Fotoğraflarda terk edilmiş, zayıf düşen, fakirleşmiş, gettolaşmış görüntüler içerisinde bir kent profili çizilmiştir. Diğerleri olarak adlandırılan, entegre olamamış ve gettoya sıkışmış kişilerin dışlanmışlığı, “öteki” olarak isimlendirilmeleri ve şehirden kopuk mikro bir bölgede yaşamaları kısacası yabancılaşma ve çöküntü eserlerde çok iyi anlatılmıştır.
Üst sınıfın iktidar mücadelesi ile oluşturduğu ekonomik egemenlik ve hegemonya bu eserlerde dolaylı olarak anlatılmıştır. Üst sınıf, “bize ait olmayan”, “bizden olmayan”, “bizim bıraktığımız” diye adlandırdığı bu yerlerde, öncelikle kamusal alanı bölmektedir. Daha sonra ise, hem kendi yaşamını, hem de öteki dediklerinin yaşamalarını sınırlayan/engelleyen bir “güç” olarak algılanmaktadır. Eserler, “eski”, “istenmeyen”, “modern olmayan” ve “bir alt sınıf” gibi kavramların düşünülmesini sağlamaktadır. Tıpkı Benjamin’in değindiği gibi, güç, modern tüketim ve burjuvanın üstünlüğü Lefkoşa’da ayrımcı bir dille ve ötekileştirme söylemi ile kendini şehrin dokusuna işlemiştir. Şehir, böyle bir ekonomik iktidarın doğması ve politik militer söylemlerin ortaya atılması sonucunda, kişilerin özgürce ve birlikte yaşayabilecekleri bir ortam olmaktan çıkmış, kısıtlayan, bölen ve kamplaşma yaratan bir organizma ve sosyal doku halini almıştır.
Weber’in “çelik kafes” metaforu, Lefkoşa’nın dokusunu, ekonomik çıkar ve iktidar ilişkilerini, şehirden kopuk yaşamın sistematikleştirilmesini ve bölünmüş demokratik olmayan sosyo-politik kamusal alanı açıklayan kuramsal bir penceredir. Üstün, altı denetim altında tutması, kendi içine hapsetmesi ve kendi içine hapsederken de onun farklılığını ötekileştirmesi, Weber’in tarif ettiği “çelik kafes”in denetim mekanizması ile örtüşmektedir. Burada denetlenen bireyler olan “ötekiler”, şehrin kamusal mecralarından dışlanırken, aslında üst kimlik olarak denetleyenler de kendilerini şehirden koparmakta ve kendi yarattıkları güç ve egemenlik dinamikleri içerisinde şehrin kamusallığından soyutlanmaktadırlar. Çünkü onlar ayrımcılığın getirdiği ve dogmatik olan “biz” ve “iktidar” olgusu içerisinde hiyerarşiyi kendileri için de yaratmaktadırlar. Sonuç olarak bu hiyerarşi, politik, sosyolojik, kültürel, cinsiyete dayalı kalıplaşmış kodları yeniden yaratıp tekrarlamaktadır. Özetle, şehir bu kodların (ekonomik iktidarın) temsili olarak patriarkal bir yapıda yeniden kurgulanmaktadır.
Şehrin, özgürleştirici, katılımcı ve farklılıkların bir arada yaşayacağı, kişinin kendini bağdaştırabileceği ve sinerjik diyalektiğin oluşacağı organik-sosyal bir yapıda olması beklenir. Lefkoşa’da yukarıda sözü edilen durum ancak şehir içerisine çekilen perdeleri teker teker indirerek, ayrımcılık duvarlarını yıkarak ve entegre olmuş dinamik bir sosyal yapının temellerini atarak mümkün olabilir. Daha yaşanılır ve bireyi mutlu eden bir şehir için henüz geç kalmış değiliz. Sergi, özgürlük yolculuğuna doğru ilk adımı atabilmemiz için iyi bir farkındalık yaratmıştır. Şehir herkesindir; her köşesinde, herkes, her şekilde bir aidiyet hissedebilmelidir…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder